İSLAMÎ DEV(İ)RİM

İslamî devrim, tabandan başlayan toplumsal bir dönüşüm hareketi olmalıdır. Bu dönüşümün merkezinde, insanlığın sorunlarını çözmek ve onları karanlıklar aydınlığa çıkarmak için alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş, fıtrat dininin dokunulmaz kaynağı Kur’an vardır.

Ancak Allah’ın bu evrensel mesajı bir kenara bırakılıp, tarihin sisli dönemlerinde, iktidarlara hizmet amaçlı, her türlü aşırılığa cevaz vermiş bir takım fıkıh kaynakları İslam diye referans alınırsa, bu devrim hareketi bizi eskisinden daha kötü bir hale getirir. Bugün İslam coğrafyalarının içler acısı durumu, bu gerçeğin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır.

“Bu kitapta indirilen açıklayıcı ve yol gösterici ayetleri insanlara açıkça bildirdikten sonra gizleyenleri, Allah lanetler, lanetleyicilerin hepsi de lanetler.” Bakara 2/159

Ne var ki devrim deyince, hikmetsiz kalmış ümmetimizin aklına sadece “devirmek” geldiğini görüyoruz.  Oysaki devrim, dönüşüm anlamına gelir. Bu dönüşüm fıtrî bir süreçtir. Tıpkı yağmur alan kurak bir toprağın bir süre sonra yeşilliklerle kaplanması gibi. İslamî devrim, kurak kalmış topraklara suyu ulaştırmak, sonra sabırla yeşermesini beklemektir.

Su görmeyen bir araziyi kazıp, hazırda bulduğun bir ağacı dikip, o ağacın ayakta kalmasını beklemek, hatta o ağacın çevresini bahçeye dönüştüreceğini ummak ahmaklıktır. Maalesef Müslümanların mevcut devrim anlayışı bundan ibaret. Bu anlayış Allah’ın şu sünnetine aykırıdır:

“… Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez. Allah bir toplumun kötüyü hak ettiğine karar verirse, artık onu kimse engelleyemez., artık onlar Allah’tan başka bir himayeci bulamazlar.” Ra’d 13/11

Libya’da on binlerce insan öldü. Kaddâfi devrildi, değişen hiçbir şey olmadı. Şuan onlarca Kaddafî adayı birbiriyle savaşmaya devam ediyor. Huzur yok. Geleceğe dair bir ışık yok.

Mısır da farklı değil. Hüsnü Mübarek devrildi, değişen hiçbir şey olmadı. Allah’ın sünneti gereği, bir firavun gitti, daha kötü başka bir firavun geldi. Huzur yok. Geleceğe dair bir ışık yok.

Müslümanlar bunlardan ders almadı. “Bir yerlerde yanlış yapıyor olabilir miyiz acaba?”  diye sormak akıllarından bile geçmedi. Hele ki “Allah’ın kitabına bakalım, o bize yol göstersin” tarzı bir düşünce tarihin en son hangi döneminde kaldı bilmiyorum.

Libya ve Mısır’da çok başarılı olduklarını (!), o ülkeleri eskisinden çok daha güzel ve huzurlu hale getirdiklerini (!) gören Müslümanlar, Allah’ın sünnetini bozmaya yemin etmişçesine “biz çok doğru bir metot uyguluyoruz, bunu Suriye’de de uygulayalım” dediler. Bu kez Allah’ın azabı çok çetin oldu. Dört yüz binden fazla masum insan, bir anda kendilerini içinde buldukları ateşte can verdiler. Beş milyondan fazla insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Bir çoğu Avrupa’da kafirlerin aşağılayıcı muamelelerine maruz kaldı. Bir kısmı da denizde boğularak can verdi.

Esed zalimi elbette ölecek. İç savaş çıkmasa da elbet ölecekti. Ancak bugün yanan bu ateşi artık ne Esed’in ne de başka birisinin ölmesi söndürebilir. Libya’da olduğu gibi -hatta daha kötü- iktidar savaşları devam edecek.

O halde İslamî devrim nedir? Gerçek devrim, Allah’ın sünnetine uygun metotlar üretmek ve toplumların fıtrî dönüşüm sürecine girmelerini sağlamaktır. Bu konuda da en güzel örneğimiz Allah Rasûlü’dür.  Allah Rasûlü’nün, Mekke’de, Kureyş zulmüne karşı ortaya koyduğu tutumu, Medine’nin Müslüman oluşunu, Medine vesikasını, Hudeybiye antlaşmasını vesaire çok iyi analiz etmemiz gerekiyor.

Sabır ve gayretle, susuz kalmış insanlığa, Allah’ın fıtrat dinini bir yağmur gibi taşıyabilirsek, bunun sonucunda insanların akın akın İslam’a girdiğini görebiliriz. Allah Rasûlü bunu yaptı. Zira Allah’ın sünneti gereği yapılması gereken budur.

“Allah’ın yardımı ve feth gelip de insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbih et ve bağışlanma dile. O tevbeleri kabul edendir.” (Nasr 110/1-3)

Vedat Yılmaz’ın kaleme aldığı bu yazı, 29.4.2016 tarihinde Fıtrat Haber sitesinde yayımlanmıştır.