DİNDE TAASSUB

Taassup: Dini inanç yahut bir düşünce veya bir görüşü aşırı derecede benimseyip, haksız veya yanlış olsa bile, araştırmaya lüzum görmeden körü körüne bağlanma anlamına gelmektedir. Bu durum kişinin herhangi bir konuda inatçı olmasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir davranış kişinin sosyal ve kültürel yönden başarılı olmasına da mani olabilir. Bir kimsenin dinine, ibadetine, ailesine, devletine, bayrağına ve milli değerlerine sahip çıkması, taassubun faydalı olan kısmını meydana getirmektedir. Yani bir insanın yaşadığı toplumun ortak değerlerine bağlı olarak yaşaması ve o değerleri korumak için gerekli savunmayı yapması taassup değil kararlılıktır. Bu durum ayeti kerimede şöyle beyan edilmektedir.

“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Enfâl Suresi 8/24 

Yani ey müminler Allah ve resulü, size hayat verecek olan iman cihat ve diğer hayır hasenata çağırdığı zaman, onların davetine icabet edin. Çünkü ilahi emirler kalplere ve akıllara can verir. İnsanları cehalet, hurafe, asılsız kuruntu ve efsanelerin baskısından ve Allah’tan başkasına kul olmaktan kurtardığı gibi kulların ve ihtirasların esiri olmaktan da kurtarıp, Allah tarafından gönderilmiş olan şeriata göre hareket etmeye çağırır. Şeriatın emirleri sadece Allah tarafından konulmuş olduğu için ona itaat etmek, insana özgürlük kazandırır. Bir ferdin başka bir ferde veya bir sınıfın başka bir sınıfa egemen olmasını engeller. Onun için hak dinin (İslam’ın) emirleri, sadece vicdanlarda tutulan bir inanç sistemi değil, eksiksiz ve pratik bir hayat sistemi olarak toplumlarda yerini almıştır.

Rasulullah’ın ibadet, inanç ve muamelat ile ilgili emirleri­ne, ciddiyet ve gayretle sarılmak gerekir. Zira o emirler toplumun kanı ve canı hükmünde olan dinî, millî ve ahlâkî değerleri ihtiva etmektedir. Onun için bunda hayır ve kurtuluş olduğu gibi dünya ve ahiret mutluluğu da bulunmaktadır. İman Kur’an ve cihat gibi emirlerden yüz çevirmiş olanlar ruhi hayatı tatmamış yaşayan ölüler gibidirler. Ancak İbadet inanç ve muamelatın dışında kalan, yeme, içme giyinme ve uyuma gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gereken, ama mecburi olmayan tavsiyelerdir.

İslam âlimleri tarafından aklî ve naklî delillerle ispatlanmış olan dini meselelerin, kararlı bir tavırla yerine getirmeleri, bir aşırılık ve taassup olmayıp, doğru olan şeylerin hak ve kararlılıkla savunulması demektir. Ancak elinde ayet, hadis ve fıkhî bir delili olmadığı halde,  havai şeylere dayanılarak, bilgisiz ve ölçüsüz bir şekilde, herhangi bir konunun körü körüne savunulması, taassubu meydana getirir. Bunun örneği cahiliye devrinde çok görülmüştür.

Mesela: Cahiliye dönemi insanları, kendi kabilelerinden olan insanlara her çeşit yardımı yaptıkları, Peygamber Efendimizin hak peygamber olduğu her yönüyle belli olduğu halde, kendi kavimlerinden olmadığı için iman etmedikleri gibi eziyet etmek için de her çeşit yetkilerini kullanmışlardır. Mucize ve iyiliklerini inatla inkâr etmiş, kör taassuplarından dolayı küfür girdabında boğulmuşlardır.

Taassuba kendini kaptıran kimsenin bilgisi taklide dayalı olduğu için olayları sorgulamadan kabul eder. Arzu ve isteğine uyan zayıf bilgileri delil kabul edebileceği gibi haktan yana olmadığı için kendi görüşünü desteklemeyen kimselere de hoşgörülü davranamaz. Muhalifini dinlemediği gibi delilini de muhakeme etmeden reddeder.  Bu davranışı muhakemesizlik, cehalet ve anlamsız taklide dayalı kuru bir inat olarak tarif etmekte mümkündür. Hâlbuki bilgiye dayanan hak ve güzel olan her şeyi desteklemek İslam’ın emridir. Çünkü Ayet-i Kerimede:

De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür. Buyrulmaktadır. Bakara Suresi 2/170

Ayet hem ilmin önemini vurgulamakta, hem de bilgisizliğin hiçbir değerinin olmadığını ortaya koymaktadır. Yani gerçek ilim, insanın basiretini ve öz bakışını açar. Evrende var olan değişmez gerçeklerle bağ kurmasını sağlar. Bu da gerçeği tanımak ve kavramak demektir. O zaman Müslüman izzetli bir kimse haline gelir ve kulluğunun farkına varır. Kendinden zayıf olan insanlara karşı şefkat gösterir ve merhametli davranır. Düşene dost olma anlayışı ile hareket eder.

Bu durum insanı Allah’a boyun eğmeye, O’na ibadet etmeye Ahiret endişesinin bilincine varmaya Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeye ve O’nun her an kendisini gözettiğinin bilincine varmaya götürür.

Yani İslam dini içtihat müessesesi sayesinde her zaman canlılığını muhafaza etmekte, insanların cehaletle yaşamalarını uygun görmediği için onların düşünmelerini ve akıllarını kullanmalarını emretmektedir. Bundan dolayı “Hayır, biz yalnız atalarımızdan gördüğümüze uyarız” diyen Putperestleri bağnaz bir tavırla putlara tapmalarından dolayı kınar ve putların hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini ısrarla göstermeye çalışır. [1]

Yani kişinin sevilen ve itibarlı olan birinin görüşlerini muhakeme ve değerlendirmeye tabi tutmadan, güvene dayalı olarak kabul etmesi hem İslam’a aykırı olur hem de kişiyi taassup çukuruna düşürür. Yani bir insanın; İtikat, ibadet ve ahlâkla ilgili İslam’ın temel meselelerini bilmediği ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e tabi olmanın ne demek olduğunu da anlamadığı halde her şeyi biliyormuş gibi davranıp, kendi bildiklerini de dindenmiş gibi kabul edip körü körüne savunması tam bir taassuptur. Bununla beraber, bilinmeyen şeylerin ehil olmayan kişilere sorulup alınan cevabın körü körüne savunulması da bir taassup şeklidir. Çünkü Ayet-i Kerimede:

“Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun” buyrulmaktadır. Enbiya Suresi 21/7

Yani bilinmeyen her konunun, uzmanından sorulup öğrenilmesi emredilmektedir. Buna göre dinini titizlikle yaşamak isteyen bir Müslüman’ın, bilmediği meseleleri ya sağlam kaynaktan yahutta uzmanından sormak suretiyle öğrenmesi gerekir. Çünkü bilen insanlar mesuliyet sahibi oldukları için ölçülü davranır, bilmediği bir konuda fetva vermek suretiyle dini zorlaştırarak insanları taassuba düşürmekten korkarlar. Onlar kulaktan duyma bilgilerle değerlendirme yapmaz ve dini zorlaştırmazlar. Çünkü İslam zor bir din değildir.

Bu durumu anlatan Ayet-i Kerime şöyledir.

“Allah din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” Hac Suresi 22/78

İslam’da insan tabiatına aykırı olan veya fıtratını zorlayan hiçbir güçlük yoktur. Bundan dolayı ibadetlerde bir azimet (yani normal uygulama) getirilmiş, birde ruhsat (kişinin durumuna göre kolaylıklar) getirilmiştir. Mesela: Hasta olanlar, oruçtan muaf tutulmuş, ayakta duramayanların oturarak veya yatar vaziyette namaz kılmalarına müsaade edilmiştir. Fakir Müslümanlar zekâttan muaf tutulmuş, açlıktan ölüm tehlikesi geçirecek olan Müslüman’ın her çeşit gıdayı yemesine müsaade edilmiş, günahkâr insanlar için de tövbe kapısı açık tutulmuştur. Yolculukta dört rekâtlı farzlar ikiye indirilmiş, bu durum sefer müddetince de devam ettirilmiştir.

Yani yerine getirilmesi istenen bütün ibadetlerde insan fıtratı ve gücü göz önünde bulundurulmuştur. Dar, zor ve ağır hükümler yerine kolay ve basit olanı uygun görülmüştür.

Ancak şer’i vazifelerde kaldırılan zorluklar, güçlük ve sıkıntı derecesine ulaşan ve normal olmayan aşırı zorluklardır. Bilinen ve fıtrata uygun olan ancak insanın hoşuna gitmeyen bazı zorluklar kaldırılmış değildir. Yani sağlam vücuda sahip olan bir Müslüman’ın ben oruç tutmam deme hakkı yoktur. Çünkü bazı hallerde mükellefiyet külfetle gerçekleşir. Öyle ise cenneti kazanmak isteyen Müslüman’ın cihat uğrunda şehitliği de göze alması gerekir.

Bir Müslüman’ın kendi fikrine uygun bir fetva bulmak için uğraşması veya mezheplerin kolay taraflarını kendi üzerinde toplamaya çalışması da taassuba düşmenin bir başka yoludur. Çünkü kendi görüşünü veya kolaylıkları ölçü sayan bir kişi biraz daha ileri giderek hadisleri kendi görüşüne göre yorumlama hatasına da düşebilir. Bu durumda ayrı bir taassubu oluşturur.

Hâlbuki İslâm kıyamete kadar devam edecek hak bir dindir. İnsan hayatına dair her konunun çözümlenmesi için yeterli ölçüler getirmiştir. Âlimler içtihat yoluyla Kur’an ve sünnetin koyduğu ölçülerin dışına çıkamadan gerekli çalışmaları yapmak suretiyle her konunun çözümlenmesini sağlayabilirler. Böyle bir yol varken, kişi mesnetsiz bilgilerinde ısrar edip, uzman kişileri de susturarak iddiasında inat ederse, böyle bir davranışta kişiyi taassuba düşürür.

Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim naklî delilleri aklın önüne koyarak insanlara yol göstermektedir. Bununla beraber, İlimin ışığında aklını kullananları methetmekte, yanlış inanıştan dolayı istek ve arzularının peşine düşenleri de kınamaktadır. Güçlü bir imana sahip olmayı emretmekte, cehaleti ve ona dayalı inkârcılığa da şiddetle düşman olmaktadır. İmanda hakka, amelde de hayra yönelmeyi tavsiye buyurmakta, dünya, ahiret ve insanlık için faydalı olan ilimlerin öğrenilmesi ile hayırlı amellerin işlenmesini de teşvik etmektedir.  Bu konu ile ilgili ayet-i kerime şöyledir.

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. En’am Suresi 6/153

İslami anlamda yol tekdir, O da Yüce Allah’ın yoludur. Bu yol insanların Allah’ı Rablık’ta tek olarak kabul etmeleri, kullukta sadece O’nun hükümlerine uymaları, hâkimiyetin sadece O’na ait olduğunu bilmeleri ve pratik hayatta da O’nun hâkimiyetine boyun eğmeleri anlamına gelmektedir. Bunun dışında hak olan bir yol düşünmek, asla mümkün değildir. Bundan dolayı insanların Hz. Muhammed (s.a.v.)’i örnek almaları, kendi kurtuluşları için elzemdir. Yüce Allah (c.c.) insanları batıl inançlardan, uydurma masal ve hurafelerden uzak durmaları için onlara uyarıda bulunmaktadır.

İnsanların nefislerine hoş gelen saplantılara düşmemelerini emreden bir hadis-i şerifte:

“Sakın heva ve hevesinize kapılmayın! Çünkü bu tutku, kulağı sağır, gözü de kör eder” Buyrulmaktadır. Süyûtî, Camiu’s-Sağîr,

Yani nefsine hoş gelen şeyi doğru kabul etmeyi saplantı haline getiren kimselerin kulakları hak sözü duymadığı gibi gözleri de gerçeği göremez hale gelmektedir. Onlar duygu ve düşüncelerini sevdiği kişiler için kiralayıp, boş heveslerinin peşinde ömürlerini tüketmektedirler.

Ölçüsünü ayet ve hadisten almayan aşırılıklar, kişide taassup haline gelir ki böyle duygular sınır tanımadığı gibi doymakta bilmezler.

Hayra hizmet etme yolunun birçok engelleri olduğu gibi saplantılarla süslenmiş taassup da bu engellerin başında gelmektedir. İnsanoğlu nefsanî arzularını meşru ölçüler içerisinde bulundurduğu takdirde taassuptan uzak bir hayatı yaşamış olacaktır.

Mesela bir şeyi sevmek veya onun tarafında yer almak güzel bir duygudur. Ancak bu duygular ölçüsüz kullanıldığı takdirde taassup meydana getirir. Herhangi bir konuda oluşan kuvvetli bir sevgi, bilgiye dayanırsa hoşgörü, cehalete dayanırsa taassubu tetiklemiş olur.

Halk arasında kullanılan taassup kelimesi yanlış kullanılmaktadır. Yani dindar bir insana mutaassıp sıfatının yakıştırılması yanlış bir tariftir. Çünkü taassuba en çok karşı çıkan din, İslam dinidir.

Mesela her insanın kendi arkadaşını sevmesi normal bir davranıştır. Ancak bu sevgi, dinin ve aklın üzerinde tutulup, bir olay esnasında haklıyı haksız gösterecek kadar ileri götürülürse o zaman zulme dayalı zalim bir sevgi ortaya çıkmış olur ki bunun adına da taassup denilir. Çünkü aşırı sevgi, yukarıdaki hadis-i şerifte zikredildiği üzere insanı gerçekleri göremez hale getirebilir. Bu durumu açıklayan ayet-i kerime de şöyledir.

“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Takvaya en yakın tutum budur. Allah’tan korkunuz. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”  Maide Suresi 5/8

Allah iman edenleri; vaktiyle onları Mescid-i Haram’a sokmamış olanlara karşı duydukları kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sürüklemesinden sakındırmaktadır. Bu durum ilahi eğitim sayesinde nefse hâkim olmak suretiyle hoşgörünün zirveye taşınmasıdır. Bu davranış biçimi, aynı zamanda insan nefsine zor gelen bir vazifedir. Bu tutum düşmanlık etmeme hususunda kişinin kendini zapt etmesinin de ötesinde bir davranış biçimidir. Bundan daha zor olan ise kişinin tüm kin ve düşmanlığına rağmen adaleti ve dengeyi sağlamaya yöneltilmiş olmasıdır.

Yeryüzü kaynaklı hiçbir anlayış insan vicdanını bu zirveye ulaştırıp yükseltmeye güç yetiremez. Sadece Allah’a bağlılık ve O’na itaat kişiyi bu zirveye taşıyabilir. Dünyevi olan hiçbir inanç sistemi kişinin kin beslediği düşmanına karşı adaletle hükmetmesini tavsiye edememiştir. Sadece bizim dinimiz müminlere bu emri Allah için yerine getirmelerini emretmiş, düşman karşısında dahi adaletten ayrılmamayı farz kılmıştır.

Bu prensipleri ortaya koyan dini emrin önemi, yaratılanların vermiş olduğu direktiften değil, bizzat Yüce Allah’ın emrinden kaynaklanmaktadır.

Bu gün, taassup veya bağnazlığını, çağdaşlık üzerinden kendi lehine kullanan insanlar da vardır. Onlar, yere tükürmenin çirkin bir davranış olduğunu açıkça ilan ederken, kendileri kafayı çektiği zaman, yerlere kusarak gitmeyi çağdaşlık olarak nitelendirmektedirler.

Günümüzde dinî konuda gayretli olmasına rağmen, dini bilgileri eksik olan bazı kimselere de mutaassıp ismi verilmektedir. Hâlbuki Müslüman mutaassıp değil, hoşgörü sahibidir, müsamahakâr davranır ve sabit fikirli değildir. Doğru ile yanlışı ayırt etme gücüne sahiptir. Hakkında yeterli bilgisi olmayan şeylerde körü körüne iddia sahibi değildir. Çünkü İslâm’ın yayılışında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz insanlara İslâm’ı hoşgörü ile anlatmış, irşat görevi yaparken de müsamahalı davranmaya son derece özen göstermiştir. Onun için Müslüman taassuba düşmemek için her konuda dikkatli olmak zorundadır.

Emekli Müftü Ali Kara’nın kaleme aldığı bu yazı, Fıtrat Haber sitesinde 23.1.2018 tarihinde yayımlanmıştır.