Tevekkülü Anlamanın Önündeki Bazı Zorluklar

Dillerin iç mantıkları farklı farklıdır. Buna herkesin anlayabileceği bir örnek vermek gerekirse, mesela İngilizce ve Arapçada yüklemler genellikle cümlenin başına doğrudur, Türkçede ise genellikle cümlenin sonundadır. Bir başka örnek de Türkçenin ifadeyi kestirmeden söylemek için cümlede tabir yerindeyse sözcük tasarrufu yapmasıdır. Bu sözcük tasarrufları sebebiyle üç beş sözcükle kurduğumuz Türkçe bir cümleyi mesela İngilizceye çevirirken beş on sözcük kullanmamız gerekebilir.

Bu farklılıkların o dili konuşan toplumun mizacı ile ilgili olduğunu düşünmek de mümkün, mesela bizler hareketi seven bir milletiz, tarih boyu böyleymişiz, at üstünde savaşırken, yaylaktan kışlağa çadırları, sürüleri taşırken yaşanan göçer hayatının öyle uzun uzun cümle kurmayı kaldırmadığı, genellikle kısa ve eylem odaklı cümlelerle iletişim kurmaya odaklandığı, bu sebeple dilimizde eylemlerin ve kısa kalıplı cümlelerin yoğun olduğu söylenir.

Dillerin iç mantıklarındaki bu farklılıklar, en çok da bir dilden başka bir dile çeviri yaparken karşımıza çıkar. Tabi yukarıda söz ettiğim farklılıklar yalnızca bir iki örnek. Kimi zaman kişi, bazı sözcüklerle ilgili öyle nüanslar fark eder veya kaçırır ki, durumu anladığında kendisi bile şaşırır. Özellikle Arapça-Farsça sözcüklerin yoğun kullanıldığı Osmanlıcanın, etkisini günümüzde de yoğun olarak sürdürdüğü din dili söz konusu olunca yalnızca bir sözcüğü anlamak için bile efor sarf etmek gerekebiliyor. Zaten dinî metinler, Kur’an-ı Kerim meali ve tefsiri üzerine çalışmalar yapanların işlediği kavram dersleri bu tezimin kanıtı niteliğinde. Kur’an’da geçen Arapça bir kavramı karşılayan kelimenin, belki bir iki ders, belki daha fazla işlenmesine ihtiyaç duyulabiliyor zaman zaman. Mesala benim Kur’an okumaya yeni başladığımda anlamakta zorlandığım kavramlardan biri “tevekkül” idi. O zaman yaşım küçük, çevremden işiterek öğrendiğim biraz Osmanlıcam var ama kural kaide de ne, hiç bilmiyorum, Arapça zaten yok. E bu tevekkül denen şey ne, soruyorum, sorduğum kişiler uzun uzun cümlelerle falan açıklıyorlar, ben Türkçe karşılığı olan kelimeyi bulmaya çalışıyorum kafamda, bulamıyorum; işte öyle bir kelimeydi tevekkül benim için. Sonunda kelime karşılığını bulma noktasında pes ettiğimi, bana anlatılan bir hadis üzerinden tevekkülü anlamayı kabullendiğimi hatırlıyorum, hadis şöyle:

Resulullah’ı ziyarete gelen bir Bedevi: “Ey Allah’ın Rasulü! Devemi bağlayıp da mı, yoksa salıverip de mi Allah’a tevekkül edeyim?” diye sorunca, Muhammed aleyhisselam: “Deveni bağla da öyle tevekkül et.” buyurmuştur (Tirmizi, Kıyame, 60).

Hoş, bu hadis üzerinden de tevekkülü anlamak benim için kolay olmamıştı; çünkü şehir çocuğuydum, hayvanlarla, hayvanları bağlamak veya salmakla ilgili hiç deneyimim olmamıştı, üstelik coğrafî konumdan dolayı deve görmemiştim bile. Okuduğum La Fontaine masallarından, Kelile ve Dimne’den ve az da olsa izlediğim belgesellerden olan bilgimle hadisteki örneği, hadisteki örnek üzerinden de tevekkül kelimesinin anlamını kavramaya çalışıyordum. Lise dönemindeki yaşlarda olan bir genç için çok da kolay değildi bu. Şimdiki gençler imam-hatip okullarının yaygınlığı ve anne babalarının üzerlerine titremesi yönünden bize göre çok avantajlılar bazı konularda. Tevekkülü nispeten anladıktan bir süre sonra üniversitede Osmanlıca kural ve kaidelerle ilgilenme fırsatım oldu, bu esnada kelimenin kök harflerini ve dilimizdeki vekil kelimesi ile ilgisi olduğunu da öğrendim. Neden Arapçadan öğrenmiyorsun diye aklınıza gelecek olursa, Türk Dili ve Edebiyatında okuyorum o dönemde, tevekkül sözcüğünün peşine düşmüş, merakla araştırıyor falan da değilim, diğer pek çok bilgide olduğu gibi, bazı bilgiler karşıma çıkınca “A, bu böyle miymiş, bunun bunla ilgisi mi varmış” diye diye öğreniyorum, bölümde de Osmanlıca öğretiyorlar, Arapça-Farsça kelimelerin bazı özelliklerine de değiniyorlar doğal olarak. E tabi, zaten tam anlamadığım bir kelimenin ana dilimde kullandığım başka bir kelime ile -vekil kelimesi ile- ilgisinin olduğunu öğrenmek güzel olmuştu; ama kafam iyice karışmıştı demem de lazım; çünkü Türkçede vekil temsilci demekti. Kişiyi, kendisinin bulunmadığı bir ortamda temsil eden, haklarını savunan, dertlerini anlatan bir temsilci. Bu sebeple, meclisteki mebuslara milletvekili, mahkemelerdeki avukatlara vekil deniyordu. Vekilleri, asilleri atıyordu yani mesela millet asıl, mebus ise vekil oluyordu. Avukat vekil, avukatı tutan asıl oluyordu. Bu kelime günlük dilde hâlâ bu anlam ekseninde kullanılıyor. Bu kafa karışıklığı da öyle bir yerlerde kaldı gitti. Yıllar geçti tabi, Türk Dilinin üstüne İlahiyat okudum, artık tevekkülün ne olduğunu anlıyor hatta yer yer anlatıyorum da, geçenlerde Ahzab suresi 3. ayeti okurken de işte bunlar aklıma geldi. Ayetin meallerine baktım, işin ehilleri tarafından çok güzel meallendirmeler de yapılmış tabi ama bir de gençlik günlerimden bugüne bu ayeti nasıl anladığımı ya da bir türlü anlayamadığımı ve nihayet işin içinden nasıl çıktığımı yazayım dedim; en azından belki gençlik çağında olup, benim gibi bocalayanlar varsa onlara faydası olur diye umarak.

Mesela Ahzab 3. ayetin meallerini okuduktan sonra ben içimde bir çeviri daha yapıyorum farkında olmadan, ne biri iki çeviri yapıyorum, üstelik ikisi de Türkçeden Türkçeye. (Bana da tuhaf geliyor, merak etmeyin size tuhaf geldiyse.) Nasıl oluyor bu, anlatayım:

Ayetin Diyanet İşleri meali şöyle:

“Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.”

Süleymaniye Vakfı meali ise şöyle:

“Sen Allah’a güvenip dayan; vekil /dayanak olarak Allah yeter.”

Yukarıda anlattığım sebeplerle Diyanet mealini, şimdi lise çağında olsam hiçbir şekilde anlayamazdım. Süleymaniye Vakfı mealini ise daha kolay anlardım; ancak bu mealin de hadisten öğrendiğim tevekkül sözcüğü ile ilgisini ya kurmakta zorlanır ya da kuramazdım. İşte bu yüzden, bu iki Türkçe meallendirmeyi de daha iyi anlamak için kendimce yeniden Türkçe olarak ifade edeceksem şöyle ederdim:

“(Elinden geleni yaptığın işlerinin sonrası için) Sırtını Allah’a daya (Allah’ın, işlerini yola koyacağına güven)! (Elinden geleni yaptığın işlerinin sonucu için) Dayanağının Allah olması kâfidir.”

E tabi böyle de olmaz, parantez içi ifadeler anlamayı zorlaştırıyor çünkü, bir de  parantezleri kaldırarak yazayım:

“Sırtını Allah’a daya, dayanağının Allah olması kâfidir.”

Ahzab 3’ü ancak bu şekilde anladım ben, fark etmişsinizdir; ayeti anlamak için Türkçe bir deyime ihtiyaç duydum: sırtını dayamak. TDK Türkçe sözlükte bu deyimin anlamı şöyle veriliyor:

  1. Bir yere dayanmak, yaslanmak.
  2. Güçlü birine, bir yere güvenmek.

Bir Müslümanın dayanıp güveneceği tek merci Allah-u Teala olduğuna göre bu Türkçe deyim tevekkül kavramını karşılıyor. Bu noktada Resulullah’ın hadisi de daha açıklayıcı oluyor; çünkü mesela insan ilişkileri söz konusu olduğunda bir insan, bir başka insana elinden gelen şeyleri yapmadan da sırtını dayar bazen, hoş öyle durumların sonu genellikle iyi olmaz ama var mı öyle durumlar, var, insanlar arası ilişkilerde olsa bile elinden geleni yapmazsa insan, amacına ulaşamıyor. Resulullah da yukarda alıntıladığım hadisinde bize, insanın bir noktadan ötesini Rabbine bırakması gereken hallerde nasıl davranması gerektiğini anlatıyor “deveni bağla, sonra tevekkül et” diyerek.

“Vekil” kelimesinin de, Allah ile ilgili olarak dile getirildiğinde; günlük dilde aldığı anlamın tersine bir bağlamda olduğuna dikkat etmeliyiz; çünkü “asıl” olan -her zaman ve istisnasız- Allah’tır. İnsan -kendisi ister kabul etsin ister etmesin- Allah’ın kuludur. Allah’u Teala; herhangi bir şey ile ilgili olarak elinden geleni yapan kulunun, elinden bir şey gelmeyen kısımları, Allah’a güvenerek bırakması gerektiğini anlatır bize Ahzap 3 gibi vekil/tevekkül bağlamındaki pek çok ayette.

Rabbim; herhangi bir şeyde, neyi, nereye kadar yapmaya gücümüzün yeteceğini, nerede ve ne zaman tevekkül etmeye başlamamız gerektiğini fark etmemizi sağlasın ve rızasına uygun şekilde  davranmamızı nasip eylesin, amin.

Sacide Özlem