Ahlak, Etik, Gelenek ve Takva

Ahlak, etik, gelenek ve takva sarmalının iyice anlaşılması ve yansıttığı kavramsal bağıntıların tam olarak idrak edilmesi, geleceğin zihin, bilim ve siyaset felsefelerini şekillendireceğine inanmaktayım.

Bu kavramları tek tek incelediğimizde;

Ahlak sözcüğü, “hulk” kelimesinin çoğulu olup, din, tabiat, huy ve karakter gibi kavramları bünyesinde barındırır.[1] Kur’an insandaki ahlakın fıtrî[2] olduğunu ifade etmektedir.[3] Ahlak, önce yaratıcıyla olan bağlantıyı/ ilahi takvayı ön gördürür, sonra birey- aile, birey-toplum, birey- devlet ve bireyin tüm doğal çevreyle olan ilişkilerini anlamlandıran bir kavram olarak dikkat çekmektedir.

Etik, bir bilgi alanını işaret etmektedir. “Günümüzde, özellikle son yıllarda, hem çeşitli bilgi alanlarında hem de günlük yaşamın içinde sıkça etikten söz edildiği görülmektedir. Öyle ki etik sözcüğü, araştırma ve uygulama olarak çoğu etkinliğimizde ve bu gün dünyamızın hemen her alanında çok yaygın olarak kullanılan bir sözcük olmuştur. Yaklaşık otuz veya kırk yıl önce bu sözcük, ne felsefeciler arasında ne diğer bilgi alanlarında, ne de günlük yaşamda bu denli yaygın değildi. Yalnızca birkaç düşünürün önem verdiği bir alanın adı olarak dile getirilen ve duyulan bir sözcüktü etik sözcüğü. Ona bir bilgi alanı olarak önem veren birkaç düşünürün dışında etik, çoğu filozofun ilgisini çekmiyordu. Ama bugün etik, felsefede öncelikli bir araştırma alanının adı olarak öne çıkmasının yanında, hem bilim çevrelerinde hem günlük yaşamın içinde çok sık dile getirilen bir sözcük olmuştur. Çünkü felsefe araştırmalarında da 20. Yüzyılın ilk yarısında olduğunun tersine, filozofların yeniden eğildiği ve önem verdiği bir alan halini almıştır.”[4]

Etik ve ahlak Türk dilinde çoğunlukla eş anlamlı olarak kullandığımız kavramlar haline gelmeye başlamıştır. Oysa etik ve ahlak aynı anlamda değerlendirilecek iki kavram değildir. Biri birinin yerine kullanılmaması gereken, iki kavramdır. Etik ve ahlak hem anlam hem disiplin olarak birbirinden farklıdırlar. Günümüzde etikle ilgili yapılan araştırmaları öne çıkaran nedenlerden biri, insanın kendine ilişkin bilgisinin yetersizliği, eksikliği yüzündendir. Dünyada ki pek çok sorun, insanın kendini bilme konusunda kutsal kitaplara başvurmamaları olmuştur. Toplum bilim olarak adlandırılan etiğin sosyolojide evrenselliği ahlakın ise yerel olduğu söylenmektedir. “Çünkü bugün uygulamalı bilimler başta olmak üzere insan ve toplum bilimleri, kısmen de doğa bilimleri kendi çeşitlilikleri içinde etiğe apayrı yer verme eğilimindedirler. Hatta MEB aldığım tanımlamada “Etik kelimesi köken olarak Eski Yunan’a kadar gider Ahlak, ahlakla ilgili demektir ama aralarında farklar vardır.

Ahlak ve Etik arasındaki fark: Etik daha çok ahlak üzerinde konuşur, sorgular, tartışır, düşünür, yargılar, Ahlak yöresel, Etik evrenseldir. Evrensel kabul gören kurallardır. ”[5]Diye geçmektedir.

Bir lisanın içindeki kavramsal değişmeler, insanın düşünce yapısında ve hayat tarzında da değişikliklere yol açmaktadır. Bu anlamda kavramsal içerikler çok büyük önem arz etmektedirler. Arapçadan Türkçeye geçen ahlak kavramını TDK “bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları” olarak tanımlar.

Türkçemizde etikle ahlakın eş anlamlı olarak kullanılması maalesef gelenek ile ahlakın bir birine karıştırılması gibidir.  Araştırdığımızda gelenek ve ahlak içerik olarak iki farklı kavram olmasına rağmen yine Türkçemizde aynı anlam çerçevesinde tanımlandırıldıklarını görürüz. Özellikle geleneğin ahlakileştirildiğini görmek mümkündür. Yani ahlakın, insanın içinde bulunduğu çevrenin kültürel etkiyle şekillendiği var sayıldığında ahlak yerelleştirilerek özellikle ahlakın yaratıcıyla olan bağı koparılmaktadır.

Genel anlamda geleneğin tanımına bakacak olursak toplum içinde, herhangi bir bireyin, bir grubun ya da bütün toplumun doğru veya yanlış, iyi veya kötü davranışlarını belirleyen, yönlendiren ve şekillendiren sistemsel yapıya verilen addır. Gelenek, kültür olgusunun içinde değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Gelenekte normları insanlar kendileri belirler. Tıpkı örf, adet ve töre de olduğu gibi gelenekler yereldir ve kültürün muhtevasını oluştururlar ve toplumdan topluma değişebilirler. Geleneğin evrenselliğinden bahsedilemez. Ahlakta ise kişinin fıtratıyla uyumlu değer yargılar vardır. Yani ahlaki yasaları yaratıcı belirler. Böylelikle insan yaratıcının ön gördürdüğü şekilde iyi davranışlarda bulunmaya gayret eder. Vahiyle bildirilen ilahi emir ve yasaklar,  insanın fıtratında var olan iyi yöndeki ahlakiliği destekler. Kur’an’da iyilik ve kötülük kapsamına giren davranışlar, uyarı ya da teşvik diliyle yer alır. Yaratıcı, iman eden ve güzel davranışlarda bulunanlara cenneti vaat eder. İman etmemiş olanlara ise, yaptıklarının sonuçlarına katlanacaklarını haber verir. Bu anlamda ahlakı tanımlarken, Yaratıcının yaradılış gereği insanın fıtratına yüklediği evrensel niteliği taşıyan tutum ve davranışlarımızın genel adıdır diyebiliriz.

Gelenekleri insanlar türettiği için normlar, buyruklar, yasaklar, iyi, kötü, doğru yanlış davranışlar tüm kültürlerde farklılık gösterdiği için gelenekle ahlakın birbirine karıştırılmaması gerektiği ve etik ve ahlakın da iki farklı disiplin olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple gelenek, kültür ve etik bir tarafta ahlak başlı başına bir tarafta yer almaktadır. Bunun sebebi ahlakın değer yargılarının merkezinde yaratanın belirlediği ölçüler vardır. Yaradılışta nefse fücur ve takvanın ilham edilmesi, yaratanın vahiyle belirlediği emir ve yasaklar, kısaca ilham ve vahiy vardır.

Nefsin ve onun dengesini kuran[6] (Allah’ın) hakkı için,[7](Şems/7)

(Şunu iyi bilin ki) Allah, kişiye davranışlarındaki yanlışlığı da doğruluğu da ilham eder.[8] (Şems/8)

Bu anlamda bizi yaratan Allah, bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunu ve toplum içinde uyulması gereken kuralları belirleyendir. Dolayısıyla fıtraten iyi olan davranışlarımızı bozduğumuzda, Cenab-ı Hak bir Elçi göndererek, toplum içinde uyulması gereken normları ve dengeli davranışları bize bildirendir. Kişiler seçimlerinde özgür bırakılmışlardır. Allah’ın belirlediği ahlaksal normlar sabit fakat bu normlara uyup uymama kişiye bırakılmıştır. Ödül ceza olarak cennet ve cehennem’in varlığı bu savımızı desteklemektedir. Çocuğun öz yapısını bozan anne ve babasıdır!

“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra annesiyle babası onu Yahudi, Nasranî veya Mecusi yaparlar…” [9]

Kişi aile içinde kimlik kazanır.

Hz. Nuh’un (as), “Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, yalnız ahlaksız ve inkârcı çocuklar doğururlar”(Nuh/26,27)

Hz Nuh’un duasında inkârcı çocuklarının inkârcı olarak doğduklarına değil, inkârcı anne babaların çocuklarına verdikleri eğitimle onların da inkârcı olmalarına sebebiyet verdiklerine dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla dine karşı tutum ve davranış geliştirmede en etkili zamanın çocukluk yılları ve yine en etkili kurumun da aile olduğuna işaret edilmektedir.

Geçmişten günümüze tüm toplumlar değişir, gelişir ve yozlaşır. Hepimiz belirli bir kültür coğrafyasında doğarız. Hz Nuh ‘un duası çok manidardır. Bir tecrübenin dile getirilişidir. Fakat Rabbimiz Nuh (as.)’ma bu sana gayb haberlerimizdendir, diyerek gemiyle kurtulan topluluğun da bir gün yozlaşacağını haber vermektedir. Bu bir süreçtir şeytan faktörünü göz ardı edemeyiz. Şeytan bizim için apaçık düşmandır. Bizi fakirlikle korkutur. Allah hakkında bilip bilme-den konuşmamızı, Nesli bozmamızı vs. telkin eder. Bu yüzden her toplum uyarılmıştır. Çok az insan Nebi Elçilere uymuştur. Elçilerin ahlakı temellendirmek için gönderildikleri toplumlarda maalesef hurafeler ve gelenekler ahlakın temellendirilmesinin önüne set çekmişlerdir.

Her bilgi dalının kendine özgü kavramları ve özel terimleri vardır. Ahlakı, gelenekten, örf, adet, töre ayırt edebilmek için iyi, kötü, özgürlük, sorumluluk, vicdan, ahlak yasası, ahlaki karar, ahlaki eylem gibi kavramların içeriği vahyin rehberliğinde anlamlandırmaları gerekmektedir. Kavramlar, vahyin ön gördürdüğü şekilde doldurulduğunda ancak kişinin tasavvuru ona göre şekillenir ve kişi fıtratıyla buluştuğunda özüne dönmüş olur. Dolayısıyla kişinin hayatı, anlam kazanmaya başlayacağı için mutlu olur. Mutlu kişilerden oluşan topluluğun refah seviyesi de yüksek olur.

Nebi/Resullerin gönderiliş gayelerini sorguladığımızda; Nebi/Resuller, ahlaki çöküntü yaşayan, kavimlerini fıtratlarına dönüşe davet etmişlerdir. Kavimlerine ahlaki normları bildirmişlerdir. Bu anlam da, kime kul olduğumuzu unutmazsak şayet vahiy bize yol gösterir. Kur’an’daki ahlaksal normlar, kişiye sorumluluk yükleyen normlardır. Bu anlamda evrensel iyilik tüm fıtratların kabul edeceği bir gerçekliğe dönüşür. Kitabımızdan öğreniyoruz ki çağlar boyu yaşayan toplulukların en büyük sorunu, Allah’ın Nebi-Elçileri ile ilettiği normları kişisel çıkarları gereği vahyin bildirdiği değer yargıları reddeden kişilerin var olmasıdır. Olmaya da devam edecektir… Her zaman tüm toplumlarda var olan ortak problem gelen/ek lerin ve kişisel çıkarların öne alınıp dinleştirilmesi meselesi olmuştur.

Allah katında din, İslam’dır.[10]  Kendilerine kitap verilenler, bu ilim[11] geldikten sonra, sırf birbirlerine hâkimiyet kurma çabaları yüzünden ihtilaf çıkarırlar. Kim Allah’ın âyetlerini görmezlikten gelirse, Allah onun hesabını hızlı görür.(Ali İmran/19)

İsrailoğullarından “Allah’tan başkasına kul olmayacaksınız; ananıza babanıza, yakınlarınıza, yetimlere ve çaresizlere iyi davranacaksınız. İnsanlarla güzel konuşacak, namazı tam kılacak ve zekâtı vereceksiniz.” diye söz almıştık. Sonra pek azı dışında hepsi yan çizerek sözlerinden dönmüşlerdi. (Bakara/83)

Bir gün sizden yine “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, kendinizden olanları yurdunuzdan çıkarmayacaksınız!” diye söz aldık. Bunu kabul etmiştiniz; siz de buna şahitsiniz. (Bakara/84)

Artık siz öyle bir haldesiniz ki birbirinizi öldürüyor, içinizden bir takımını yurtlarından çıkarıyor, onlara yapılan kötülük ve düşmanlığa destek veriyorsunuz. Esir düştükleri haberi gelince de fidye verip kurtarıyorsunuz. Onları sürgün etmek size zaten haramdır. Şimdi siz, Kitabın bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü görmezlikten mi geliyorsunuz? İçinizden bunu yapanın hak ettiği nedir? Şu hayatta perişanlıktan başkası mı? Böylelerine Kıyamet gününde en şiddetli azap verilir. Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz.(Bakara/85)

İşte ahireti verip dünyayı alanlar o kimselerdir. Onların azapları hafifletilmez, yardım da görmezler. (Bakara/86)

Musa’ya o kitabı vermiş, ardından da onun izinden giden elçiler göndermiştik. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler (mucizeler) vermiş, onu Kutsal Ruh (Cebrail) ile güçlendirmiştik. Hoşunuza gitmeyen bir şeyle gelen her elçiye kafa mı tutmalıydınız? Kimini yalancı sayıp, kimini de öldürmeli miydiniz? (Bakara/87)

Bizim kalbimiz kapalı!” dediler. Hayır, âyetleri görmezlikten gelmeleri sebebiyle Allah onları dışladı. Artık pek azı inanır. (Bakara/88)

Nihayet Allah katından, yanlarında olanı onaylayan kitap geldi. Önceleri kâfirlere karşı önlerinin bu Kitapla açılmasını bekliyorlardı. Ama tanıdıkları Kitap gelince onu görmezlikten geldiler. Allah’ın laneti (dışlaması) böylesi kâfirleredir. (Bakara/89)

Kendilerini ne kötü sattılar! Allah, seçtiği bir kuluna iyilik edip Kitap indirdi diye, kıskançlıktan Allah’ın indirdiği her şeye kendilerini kapadılar. Başlarına gazap üstüne gazap geldi. O kâfirlerin hak ettikleri, alçaltıcı bir azaptır. (Bakara/90)

Onlara, “Allah’ın indirdiğine inanıp güvenin!” denince, “Biz bize indirilene güveniriz!” der, gerisini görmezlikten gelirler. Hâlbuki o, tümüyle gerçektir ve yanlarındakini onaylayıcı özelliktedir. De ki “Kitabınıza inanıyordunuz da şimdiye kadar Allah’ın nebîlerini ne diye öldürüyordunuz?” (Bakara/91)

Musa size, apaçık belgelerle (mucizelerle) gelmişti. Yanınızdan ayrılmasının ardından buzağıyı ilah edinmiştiniz, yanlışlar içindeydiniz. (Bakara/92)

Bir gün Tur’u tepenize kaldırarak sizden kesin söz almış, “Size verdiğimize sıkı sarılın ve dinleyin!” demiştik. Siz de “Dinledik ve sıkı sarıldık” demiştiniz. Oysa âyetleri görmezlikten gelmeniz sebebiyle buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki “Kendinizi mümin sayıyorsanız, inancınız sizden ne kötü şey istiyor!” (Bakara/93)

De ki “O son yurt (Cennet) Allah katında başka kimselere değil de yalnız size tahsis edilmişse ölümünüzü isteyin, İddianızda haklıysanız istersiniz!” (Bakara/94)

Elleriyle yaptıklarından ötürü ölümü asla isteyemezler. O zalimleri bilen Allah’tır. (Bakara/95)

Kesin olarak göreceksin ki insanların içinde, yaşamaya en düşkün olanlar onlardır; müşriklerden bile düşkündürler. İsterler ki ömürleri bin sene olsun! O kadar ömür verilse bile bu, onları azaptan uzaklaştıracak değildir. Yaptıkları her şeyi gören Allah’tır.(Bakara/96)

Sınav dünyasındayız…

Herkesin bir hedefi olur ve ona yönelir. Siz, hayırda (iyiliklerde) yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya getirecektir. Her şeye bir ölçü koyan Allah’tır. (Bakara/148)

Kimin sözünü, Allah’ın kitabının önüne alacağız?

Hepimiz bir gün tek tek hesap vereceğiz… Bu anlamda ahlaksal sorumluluk gereği Kur’an, muhatabını takvalı olmaya davet eder! “Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu kavramların başında gelen takva; sözlükte korunmak, sakınmak, korkmak, kuvvetli bir himayeye girmek, korumaya almak gibi anlamlara gelir. İslam terminolojisinde ise takva; Allah’ın emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri titizlikle yerine getirmek; haramlardan şiddetle sakınıp bu haramları işlemekten kaçınmak, Allah’a karşı kulluk ve sorumluluk bilinciyle hareket etmektir. Bir diğer terminolojik tanımla takva; Allah’a ve iman esaslarına iman edip Allah’ın emirlerine ve yasaklarına uyarak O’na karşı gelmekten sakınmak; her şeyiyle Allah’a yönelip O’nun himayesine girmek, O’na saygı ve tâzimde bulunmak; dünyada ve ahirette insana zarar verecek, ilahî azaba sebep olacak her türlü söz, eylem ve davranışlardan kaçınmaktır. Ayrıca takva; Allah’a karşı duyulan derin bir saygıyı ve bu saygının gereği olarak Allah’ın rızasını ve sevgisini kaybetme endişesinden kaynaklanan korku anlamına da gelmektedir. Takva sahibi mümine “muttakî” denir.”[12]

İşte o Kitap[13] budur; içinde şüpheye yer yoktur. Müttakîler[14] için rehberdir.(Bakara/2)

Kur’an okuyan herkes bilir ki “Kur’an’ı okudukça” değişip gelişirsiniz. Kur’an bizi araştırmaya sorgulamaya yönlendirir. Araştırdıkça, araştırdıklarımızı, öğrendiklerimizi, Kur’an’a arz ederken nereden baktığınız çok önemlidir. Kur’an’dan mı araştırdıklarımıza bakıyoruz yoksa araştırdıklarımızı Kur’an’a mı taksitlendiriyoruz? Yine Kur’an okuyanlar bilirler ki Kur’an zaman üstü evrensel bir kitaptır. Evrensel ahlakı ön gördürür. Kitabımızda tüm tutum ve davranışlar eksiksiz olarak bildirilmiştir. Elçimizin ve sahabenin hedefi Allah’ın dinini Allaha has kılmaktı… Tüm elçilerin görevi batılla mücadele ederek Rahmanın kullarını her türlü esaretten kurtuluşa davet etmektir. Dinin temel amacı, insanın Allah’tan başkasına kul olmamasını teminidir. İnsanın, Allah’tan başkasına kul olmaması, hür yaratılmış insanın, yaratılışına uygun yaşaması demektir. Ahlakta, yaratılışa uygun yaşamaktır.

Kitabımızdan öğreniyoruz ki çağlar boyu yozlaşan toplulukların en büyük sorunu; Allah’ın Nebi-Elçileri ile iletilen emir ve yasaklar, helal ve haramları göz ardı etmeleridir. Yaradılışa aykırı davranan Lut’un (as) kavmini örnek olarak ele alırsak fıtrat dışı bir hayat yaşama başlayan kavim, kendi kendilerinin helâkını zaten hazırlamaya başlamışlardı. Aile mevhumu tüm toplumlar için önemli bir olgudur. Neslin devamı üremeyle sağlanır. Bir neslin tükenmesi demek zaten o topluluğun helâkı demek olduğundan keyfi hareket ettiğimizde, sadece arzularımızın peşine takıldığımız da toplumumuzun helakına sebebiyet vermiş oluruz.

Kişiyi önünden ve arkasından takip eden (melekler) vardır; Allah’ın emriyle onu (ve yaptıklarını) koruma altına alırlar. Bir toplum kendinde olanı bozmazsa, onu Allah da bozmaz. Allah bir topluma sıkıntı vermek isterse, kimse engel olamaz. Onların Allah ile kendi aralarına girecek bir dostları yoktur.(Rad/11)

Maalesef, günümüzde de Nebi-Elçilerin getirdiği kuralları hayatlarının dışına iten kişilerle sürekli karşı karşıya kalıyoruz. Çağlar boyu ahlak üzerine kalem oynatan felsefeciler, kelamcılar “Ahlakı” mantıksal bir zeminde açıklamaya çalışarak farklı farklı akımların ortaya çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Hümanistler, Hazcılar, Pragmatistler gibi. Bu sayede bir toplumda erdemli olan davranış başka toplum için geçerli olmayabilir mantığından yola çıkarak geleneğin (kültürün) dinleştirilmesi süreci başlatılarak iyi ve kötü algımız zaman için de mutlak olarak izafileştirilmiştir.

Herkes bilir ki bir gurup içerisinde belirlenen kurallar ve sabiteler kurulmaz ise bir topluluktan bahsetmek imkânsızlaşır. Bu yüzden Kur’an bizim için çok önem arz etmektedir. Allah’ın ipine sıkı sarılan “Ahlak kurallarını” Allah’ın belirlediği şekilde yaşamaya çalışan kişiler refah seviyesi yüksek topluluk oluştururlar.  Allah’a dayanıp güvendikçe Kur’an ahlakıyla ahlaklandıkça, otokontrol devreye girdikçe, kişi gerçek mutluluğu yakalar dolayısıyla aile ve toplumda minimum düzeyde kargaşa ve zulüm yaşanmaya başlar.

Thomas More’un Ütopya adlı Kitabında yasa, bütün suçları bir kaba koyacak, çalmakla öldürmeyi aynı gözle görecek kadar katı ve duygusuz değildir. Doğruluk boş bir laf değilse bu ikisi arasında dağlar kadar ayrılık vardır. Tanrı öldürmeyi yasak etmiş. Bizse birkaç para için adam asıyoruz! Olacak şey mi bu? Tanrı bize yalnız başkasını değil kendimizi öldürmeyi bile yasak etmiş. Oysa biz yasaların gölgesine sığınarak bir birimizi boğazlayabiliyoruz… Bunda da şu olmayacak sonuçta çıkarılabilir ki, Tanrı adaletinin insan adaletine uydurulması insanların isteyince yasalaşması gerekir ve Tanrının buyruklarına ne zaman uyulup ne zaman uyulmayabileceğini hangi durumda olursa olsun insanlar kararlaştırabilecektir…[15]  Thomas More şöyle bir çıkarımda bulunur, “neden hırsızlar idam cezasıyla cezalandırıldıkları halde hırsızlık olaylarında bir eksilme olmuyor da tam tersi hırsızlıkta beraber ölümlerde de artış oluyor.” Anlaşılacağı üzere hırsız, çalsa da çalmasa da ölecekse tok ölmeyi tercih ediyorsa bir sürü ölüm vakaları ile karşı karşıya kalınır ve idam cezası hırsızlığı önleyemez…

Kişilerin belirleyeceği değerler, normlar kişiden kişiye toplumdan topluma göre değişiklik göstereceği için çok şükür Rabbimiz bizi bize bırakmamıştır. Kuran bize ahlaksal normları, evrensel ve zaman üstü ilkeleri bildirirken bu normlara uymamızın sebebinin öncelikle Allah’ın rızasını kazanmak olduğunun bilincini verir. Normları uyguladığımızda, Cenab-ı Hakkın, yaşamımızın her alanına müdahil olduğunu idrak ederiz. Kime kul olduğumuzu unutmazsak şayet “Evrensel iyilik”  tüm fıtratların kabul göreceği bir gerçekliktir. Dolayısıyla bu dine uyan kişi, yaratılışına uygun davranacağı için son derece ahlaklı olur. Bunu en iyi yapan Allah’ın Elçisidir, Allah Teâla şöyle buyurmuştur:

“Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem/4)

“Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab/21)

Kur’an okudukça anlarız ki;  Allah,  bizi bizden bile koruyor ve belki de sırf bu yüzden Emir ve yasak,  helal haram belirlemek yalnız Allah’a ait…

Elif, Lam, Mim, (Bakara/1)

Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici bir kitaptır.(Bakara/2)

Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.(Bakara/3)

Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar.(Bakara/4)

İşte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler bunlardır.(Bakara/5)

Takva,  İnsana Sorumluluk bilinci aşılarken, aynı zamanda Allah’ın belirlediği hudutlar içerisinde yaşamaktır. Takvayı tanımlamak için sayfalarca yazı yazılabilir… Takva sayesinde çok titiz bir bilinç kazanmaya başlarız.

Herkesin Kur’an ahlakıyla ahlaklanması dileğiyle

Hayırda erginlik/dürüstlük evlere arkalarından girmeniz değildir. Hayırda ergin/dürüst o kişidir ki, takvaya sarılıp korunur. Evlere kapılarından girin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa erebilesiniz. (Bakara/189)

Mürüvvet Çalışkan

________________________________________________

[1] “Ahlak, insan ilişkilerinde “iyi” ya da “doğru” veyahut “kötü” ya da “yanlış” olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade eder. Ahlak, kelimesinin etimolojik açıdan kökeninin Arapça “hulk” ; Yunanca “ethos” ve Latince “mos” kelimelerine dayandığı bilinmektedir. Arapça “hulk”, “huy” anlamına gelmektedir. Arapça “ahlak-ı hamide” ve “ahlak-ı hase-ne” iyi ahlak; “ahlak-ı zemime” ve “ahlak-ı seyyie” ise kötü ahlak anlamlarına gelmektedir.” Bkz.; Coşkun Can Aktan, Ahlak Ve Ahlak Felsefesine Giriş, Hukuk Ve İktisat Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2009 ISSN: 2146 -0817 (Online), ss. 38-59, s. 39.

[2] Yüce Allah insanı fıtrî bilgi ve değerlerle donatarak var etmiştir.  Bu an-lamda insana doğruyu bulmasına yardımcı olacak fıtrî ahlak duygusunu vermiştir. Başka bir söylemle fıtrat, hak dinin gerektirdiği değerlerle uyumlu yaratılış olarak da ifade edilir. Bkz.; Ahmet Özdemir, Kur’an’da Fıtrî Yapının Sınırlarını Belirleyen İlkeler, KÜİFD 2017/1, C. 1. S:1, ss. 49-68, s. 50.

[3] Mustafa Ünverdi, Ahlakın Epistemolojisi, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014, ss. 327-349, s. 327.

[4] T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2356 / Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1353/ 1. Ünite/ Prof Dr. Sevgi İyi/ 2013

[5] http://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular2009/etik/index.html

[6] Onu diğer insanlarla aynı organlara sahip kılan

[7] Şems suresinde, buraya kadar olan yedi âyette Allah yemin etmektedir. Allah’ın bir şeye yemin etmesi, o şeyin önemine vurgu yapmak ve daha sonra gelen şeye dikkat çekmek içindir. Bu yüzden biz, bu anlama uygun meal verdik.

[8] İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey doğurmasıdır.

[9] Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5

[10] İslam, teslim olmak demektir. Allah’a teslim olana Müslim denir. Türkçe-de ona Müslüman denir.

[11] “Bu ilim” diye anlam verdiğimiz kelime, el ilmu’dur. Allah’ın gön-derdiği bütün kitapların özelliklerinden biridir. Allah’ın ilmi ile bir tek kitabın her şeyi açıklamasını(Yusuf 12/111) sağlayan düzenleme(tevil) yöntemi, el ilmu’dur (Bkz.Al-i İmran 3/7) Bu ilim üzerine Allah tarafından düzenlenmiş Kitap’tan çıkarılmış doğru hükümlere hikmet denir. Elle-rinde kitap olanlar, kendilerine gelen son kitabın ilmini(yöntemi) fark etmiş ve onun Allah katından olduğunu anlamıştır. Ancak bu durum, is-ter kendilerine Müslüman diyen, isterse diğer ümmetlerden olsun, uydurulmuş dinin menfaat odaklı düzenini altüst eder ve insanları sömürmeyi imkânsız hale getirir. Uydurdukları düzen sayesinde elde ettikleri üstünlüğü(bagy) devam ettirebilmek için kendilerini doğrulara (ayetlere) kapatmayı, ayetlerin üstünü örtmeyi, görmezden gelmeyi ve inkâr etmeyi tercih ederler. Bunların azgınlıkta ileri gidenleri, üstünlüğü sağlamak ve-ya kaptırmamak amacıyla kendilerine gelen elçiyi göçe zorlamak, öldürmek gibi pek çok zalimliği işlemiştir (Bkz.Al-i İmran 3/21). Bugün bile bu suçların işlenmekte olduğu gözlemlenebilir. Bu ayetin ve içinde Ehli Ki-tap geçen diğer ayetlerin muhatabı sadece önceki kitabı bilenler değil, Müslümanlar da dâhil elinde kitabı olan ve o konuda bilgisi olan tüm ümmetlerdir. Elinde bir kitap olsa bile o kitap hakkında bu ehliyete, bu hikmete, bu ilme sahip olmayanlara “ümmi” denir. Onlar sadece kurgu, uydurma ve tahminlerine göre hare-ket ederler. (Bkz. Bakara 2/78).

[12] Kur’an’da Takva Kavramı Ve Muttakîlerin Özellikleri/Mehmet Deri/ Kurani Hayat dergisi/ Sayı Temmuz-Agustos 2011 / http://www.kuranihayat.com/kuranda-takva-kavrami-ve-muttaklerin-ozellikleri_d442.html

[13] Âdem aleyhisselamdan beri her nebîye verilen Kitap budur (En’âm 6/83-90) . Ufak tefek farklılıklar dışında önceki kitapların aynısıdır. (Bakara 2/106) ve Arapça Kur’ân haline getirilmiştir. Aslı, Allah katındaki Ana Kitap’tadır. (Zuhruf 43/3-4)

[14] Müttakî, kendi doğal yapısını koruyan, zıddı tağut yani sınırları aşandır. Allah Teala şöyle demiştir: “Kim ki sınırları aşmış ve dünya hayatını tercih etmişse o alevli ateş onun konağı olacaktır. Kim de Rabbinin makamından korkmuş, arzularını dizginlemişse, onun konaklayıp kalacağı yer de Cennet’tir.” (Naziat 79/37-41)

[15] Ütopya/ Thomas More